1. Tapu İptali ve Tescil Davası Nedir?
7. Tapu İptali ve Tescil Davalarında Zamanaşımı
Tapu iptali ve tescil davaları, taşınmaz mülkiyetine ilişkin olduklarından dolayı kural olarak zamanaşımına tabi değildir. Ancak, bu kuralın çeşitli istisnaları mevcuttur. Örneğin, kadastro öncesi hakka dayalı tapu iptali ve tescil davalarında 10 yıllık zamanaşımı süresi öngörülmüştür. Bu nedenle, tapu iptali ve tescil davası açılması gereken durumlarda mutlaka avukattan hukuki danışma ve dava temsil desteği alınmalıdır.
Türk Medeni Kanunu’nun 1023. maddesi, iyi niyetli üçüncü kişilerin kazanımlarının korunacağını düzenler. Ancak, bu tür davalarda zamanaşımı sürelerine dikkat edilmesi gerekmektedir. Zamanaşımı süresi, hakkın doğduğu tarihten itibaren işlemeye başlar ve belirli bir süre sonunda dava açma hakkı düşer. Kadastro öncesi hak durumuna dayalı davalarda, hak sahiplerinin 10 yıl içinde dava açmaları gerekmektedir.
Zamanaşımı süreleri, taşınmazın durumuna ve ilgili hukuki olayın gerçekleşme zamanına bağlı olarak değişebilir. Örneğin, taşınmazın tapu kaydında hatalı tescil işlemi yapılmışsa ve bu hata, malik tarafından fark edilmemişse, zamanaşımı süresi hatanın fark edilmesinden itibaren işlemeye başlar. Bu tür durumlarda, zamanaşımı süresinin başlangıç tarihi önem arz eder.
Tapu iptali ve tescil davalarında zamanaşımı sürelerine dikkat edilmemesi, hak kaybına yol açabilir. Bu nedenle, taşınmaz mülkiyeti ile ilgili sorunlar yaşayan kişilerin, hukuki süreci başlatmadan önce uzman bir avukattan destek almaları önemlidir. Zamanaşımı sürelerinin doğru bir şekilde belirlenmesi ve dava açma sürecinin buna uygun olarak yürütülmesi, hakların korunması açısından kritiktir.
8. Sahte Vekaletname ile Taşınmaz Devri ve Tapu İptali
Sahte vekaletname ile yapılan taşınmaz devirleri hukuken geçersizdir. Kayıt maliki, sahte vekaletname ile yapılan devre karşı her zaman tapu iptali davası açabilir. Türk Medeni Kanunu’nun 1024. maddesine göre, geçerli bir hukuki sebebe dayanmayan tescil işlemleri yolsuz tescil olarak kabul edilir ve bu tescillerin düzeltilmesi talep edilebilir. Sahte vekaletname ile yapılan tescil işlemleri, yolsuz tescil kapsamında değerlendirilir.
Sahte vekaletname ile yapılan devir işlemlerinde, taşınmazı devralan kişinin kötü niyetli olup olmadığı da önemlidir. Eğer taşınmazı devralan kişi, vekaletnamenin sahte olduğunu bilmiyor veya bilmesi gerekmiyorsa, Türk Medeni Kanunu’nun 1023. maddesi uyarınca iyiniyetli sayılır ve taşınmazı iktisabı korunur. Ancak, sahte vekaletname ile yapılan işlemi bilen veya bilmesi gereken kişiler, bu tescile dayanamaz ve tapu iptali davası ile karşılaşabilir.
Yargıtay’ın çeşitli kararlarında, sahte vekaletname ile yapılan işlemler ve bu işlemlerin sonuçları detaylı olarak ele alınmıştır. Yargıtay 1. Hukuk Dairesi’nin 2014/18305 E., 2015/363 K. sayılı kararında, sahte vekaletname ile yapılan tescil işlemlerinin hukuken geçersiz olduğu ve bu tür işlemlerin her zaman iptal edilebileceği belirtilmiştir. Bu kararlar, sahte vekaletname ile yapılan işlemlerin geçersizliğini ve tapu iptali davalarının önemini vurgular.
Sahte vekaletname ile taşınmaz devri durumunda, kayıt maliki, taşınmazın devri sırasında vekaletnamenin sahte olduğunu ispatlamak zorundadır. Bu tür davalarda, vekaletnamenin sahteliğini ispatlayan deliller sunulmalı ve mahkeme tarafından bu deliller değerlendirilmelidir. Sahte vekaletname ile yapılan işlemler, hukuka aykırıdır ve bu işlemler sonucunda yapılan tesciller, yolsuz tescil kapsamında iptal edilir.
Tapu iptali davalarında, mahkeme, sahte vekaletname ile yapılan tescil işlemlerinin hukuka aykırı olduğunu tespit ederse, tescilin iptaline ve taşınmazın gerçek hak sahibi adına tesciline karar verir. Bu süreçte, sahte vekaletname ile yapılan işlemler sonucunda taşınmazı devralan kişilerin kötü niyetli olup olmadığı da değerlendirilir. Eğer devralan kişiler kötü niyetli ise, taşınmazın iktisabı korunmaz ve tescil işlemi iptal edilir.
9. Muris Muvazaası Nedeniyle Tapu İptal ve Tescil Davası
Muris muvazaası, miras bırakanın, mirasçılarından mal kaçırmak amacıyla yaptığı hileli işlemleri ifade eder. Bu durumda, mirasçıların haklarını korumak amacıyla tapu iptal ve tescil davası açmaları mümkündür. Yargıtay içtihatlarına göre, muris muvazaası durumunda, miras bırakanın mal kaçırma amacı taşıdığı tespit edilirse, tapu kaydının iptali ve mirasçılar adına tescil kararı verilir.
Yargıtay 1. Hukuk Dairesi’nin 2016/5445 E., 2017/211 K. sayılı kararında, muris muvazaasının varlığı halinde, muvazaalı işlemin iptali ve taşınmazın mirasçılar adına tescil edilmesi gerektiği belirtilmiştir. Bu tür davalarda, miras bırakanın mal kaçırma amacı taşıdığı ispatlanmalıdır. Miras bırakanın hileli işlemlerle malvarlığını başka kişilere devretmesi, muris muvazaası olarak kabul edilir ve bu işlemler hukuken geçersiz sayılır.
Muris muvazaası davalarında, miras bırakanın gerçek iradesinin ne olduğu, yaptığı işlemin mirasçılarını zarara uğratmak amacı taşıyıp taşımadığı incelenir. Bu tür davalarda, miras bırakanın yaptığı işlemler ve bu işlemlerin hukuki sonuçları detaylı olarak değerlendirilir. Mahkeme, muris muvazaası tespit edilirse, taşınmazın mirasçılar adına tescil edilmesine karar verir.
Mirasçılar, muris muvazaasına dayanarak tapu iptali ve tescil davası açtıklarında, miras bırakanın yaptığı işlemlerin muvazaalı olduğunu ispatlamak zorundadırlar. Bu tür davalarda, miras bırakanın yaptığı işlemler, tanık beyanları ve diğer delillerle ispatlanır. Mahkeme, sunulan delilleri değerlendirerek muris muvazaasının varlığına karar verir ve tapu kaydının iptaline hükmeder.

10. Tapu İptali ve Tescil Davası Yargıtay Kararları
Yargıtay 1. Hukuk Dairesi 2021/1624 E., 2021/5973 K.
Ehliyetsizlik iddiasının ispatı için Adli Tıp Kurumundan her işlem için ayrı rapor alınması gerektiğine karar verilmiştir.
Hemen belirtmek gerekir ki, Medeni Kanunu'nun 15. maddesinde de ifade edildiği üzere, ayırtım gücü bulunmayan kimsenin geçerli bir iradesinin bulunmaması nedeniyle, kanunda gösterilen ayrık durumlar saklı kalmak üzere, yapacağı işlemlere sonuç bağlanamayacağından karşı tarafın iyiniyetli olması o işlemi geçerli kılmaz. (Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kurulunun 11.6.1941 tarihli ve 4/21 sayılı kararı)
Yukarıda sözü edilen ilkelerin ve yasa maddelerinin ışığı altında olaya yaklaşıldığında bir kimsenin ehliyetinin tespitinin şahıs ve mamelek hukuku bakımından doğurduğu sonuçlar itibariyle ne kadar büyük önem taşıdığı kendiliğinden ortaya çıkar. Bu durumda, tarafların gösterecekleri, tüm delillerin toplanılması tanıklardan bu yönde açıklayıcı, doyurucu somut bilgiler alınması, varsa ehliyetsiz olduğu iddia edilen kişiye ait doktor raporları, hasta müşahede kağıtları, film grafilerinin eksiksiz getirtilmesi zorunludur. Bunun yanında, her ne kadar 6100 s. HMK'nin 282. (HUMK'un 286.) maddesinde belirtildiği gibi bilirkişinin “oy ve görüşü” hakimi bağlamaz ise de, temyiz kudretinin yokluğu, yaş küçüklüğü, akıl hastalığı, akıl zayıflığı, sarhoşluk gibi salt biyolojik nedenlere değil, aynı zamanda bilinç, idrak, irade gibi psikolojik unsurlara da bağlı olduğundan, akıl hastalığı, akıl zayıflığı gibi biyolojik ve buna bağlı psikolojik nedenlerin belirlenmesi, çok zaman hakimlik mesleğinin dışında özel ve teknik bilgi gerektirmektedir.
Ayırt etme gücünün nispi bir kavram olması kişiye eylem ve işleme göre değişmesi bu yönde en yetkili sağlık kurulundan, özellikle Adli Tıp Kurumundan rapor alınmasını da gerekli kılmaktadır. Esasen Medeni Kanun'un 409/2. maddesi akıl hastalığı veya akıl zayıflığının bilirkişi raporu ile belirleneceğini öngörmüştür.
Öte yandan, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun 297/2. maddesinde “hükmün sonuç kısmında, gerekçeye ait herhangi bir söz tekrar edilmeksizin, taleplerden her biri hakkında verilen hükümle, taraflara yüklenen borç ve tanınan hakların, sıra numarası altında; açık, şüphe ve tereddüt uyandırmayacak şekilde gösterilmesi gereklidir” düzenlemesi yer almaktadır.
Somut olaya gelince; mahkemece ehliyetsizlik iddiasıyla ilgili Adli Tıp Kurumu Dördüncü İhtisas Kurulundan sadece 8 nolu bağımsız bölümün temlik tarihi olan 01.04.1997 tarihi itibariyle rapor alınmak suretiyle sonuca gidilmiş olup, diğer dava konusu 16 nolu bağımsız bölüm yönünden ise temlik tarihi olan 23.12.2008 tarihinde mirasbırakanın ehliyetli olup olmadığı hususunda Adli Tıp Kurumundan rapor aldırılmadan, kanaat yoluyla murisin ehliyetli olduğu kabul edilerek sonuca gidilmiş olması doğru olmadığı gibi, davacı, dava dilekçesinde terditli olarak dava konusu 8 ve 16 nolu bağımsız bölümler yönünden TMK'nın 669 vd. maddeleri uyarınca mirasta denkleştirme isteğinde bulunduğu halde, dava konusu edilen bu istek bakımından HMK’nın 297. maddesi gereğince olumlu ya da olumsuz bir hüküm kurulmamış olması da isabetsizdir.
Hal böyle olunca, öncelikle dava konusu 16 nolu bağımsız bölüm yönünden mirasbırakanın temlik tarihi olan 23.12.2008 tarihi itibariyle hukuki işlem ehliyetinin bulunup bulunmadığı konusunda Adli Tıp Kurumu Dördüncü İhtisas Kurulundan rapor alınması, ehliyetsiz olduğu saptanırsa anılan taşınmaz bakımından davanın kabulüne karar verilmesi, ehliyetli olduğunun anlaşılması halinde, dava konusu 8 ve 16 nolu bağımsız bölümler yönünden davacının terditli talebi olan mirasta denkleştirme isteği hususunda TMK'nın 669 vd. maddeleri uyarınca gerekli araştırma ve inceleme yapılarak sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken yanılgılı değerlendirme ve eksik soruşturma ile yetinilerek yazılı şekilde karar verilmesi doğru değildir.
Kabule göre de; yargılama sırasında taşınmazların keşfen belirlenen değeri üzerinden harç tamamlanmadığı halde, harcı tamamlanmayan bu değer üzerinden davalı yararına fazla avukatlık ücretine hükmedilmiş olması da isabetsizdir.
... Dava, yolsuz tescil nedenine dayalı tapu iptali-tescil isteğine ilişkindir.
Davacı, kamulaştırma nedeniyle davalı ... tarafından aleyhine açılan 2016/8 Esas sayılı dava sonucunda taşınmazın kamulaştırılan kısmının iptal ve tesciline karar verilmesi gerekirken paydaşı bulunduğu taşınmazın tamamının iptal ve tesciline karar verildiğini ve kararın tapuya yansıtıldığını, oluşan yolsuz tescilden her iki davalının da sorumlu olduğunu ileri sürerek, kamulaştırma kapsamı dışında kalan kısmın tapusunun iptali ile adına tesciline karar verilmesini istemiştir.
Mahkemece, dava konusu taşınmazın bir kısmının kamulaştırma kapsamında kaldığının saptandığı gerekçesiyle, TCDD yönünden davanın kabulüne karar verilmiş, davalı ... yönünden ise bir hüküm kurulmamış; Tapu Müdürlüğünün istinaf isteği üzerine Bölge Adliye Mahkemesince, Tapu Müdürlüğünün kayıtla bir ilgisi bulunmadığından kendisine husumet düşmeyeceği gerekçe gösterilerek Tapu Müdürlüğüne yönelik davanın husumet nedeniyle reddine hükmedilmiş ve lehine vekalet ücreti tayin edilmiş; karar, davacı tarafından temyiz edilmiştir.
Gerçekten de, TCDD tarafından davacı aleyhine açılan 2016/8 Esas sayılı dava sonucunda verilen tescil kararında bilirkişi raporuna da atıf yapılarak rapor ve haritasının kararın eki sayılmasına işaret edildiği halde, bu husus dikkate alınmadan taşınmazın tamamı kamulaştırılmış gibi yolsuz tescil işlemi yapıldığı anlaşılmaktadır.
O halde, haksız fiil niteliğindeki yolsuz tescil işleminin oluşmasında mahkeme kararının eki sayılan bilirkişi raporu ve haritasını dikkate almayan Tapu Müdürlüğünün de yolsuz tescilden sorumlu bulunduğu kuşkusuzdur.
Hal böyle olunca, davalı ... yönünden davanın husumet nedeniyle reddedilmesi ve lehine vekalet ücreti tayin edilmesi doğru değildir. ...
... Dosya içeriği ve toplanan delillerden; davacı Tapu Müdürlüğü; 114 ada 1, 131 ada 20, 132 ada 4, 137 ada 1, 143 ada 12, 152 ada 11 ve 162 ada 40 parsel iken kamulaştırma nedeniyle ifrazen 78 ve 79 parsel sayıları altında tescil edilen taşınmazların tapu kayıtlarında 18.02.1994 tarihli ve 11 yevmiye numaralı, 11.04.1994 tarihli 12 yevmiye numaralı işlemler ile usulsüz ve sahte intikal-satış işlemleri yapılmış olduğunun muhakkik raporu ile belirlendiğini ileri sürerek, taşınmazların tapu kayıtlarının iptali ile önceki malikler adına tesciline karar verilmesi isteğiyle eldeki davayı açtığı, davanın reddine ilişkin olarak verilen kararın, Dairece; eldeki davanın açılmasında ve sonuçlandırılmasında davacı idarenin hukuksal yararının bulunduğu ve doğrudan dava açılmasına yasal bir engel olmadığı, işin esası incelenerek tüm deliller değerlendirilip sonucuna karar karar verilmesi gereğine değinilerek bozulmuş, mahkemece bozma ilamına uyularak yapılan yargılama sonunda yolsuz tescil iddiasının kanıtlanamadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.
Bilindiği ve hükmüne uyulan bozma ilamında değinildiği üzere; tapu sicilinin tutulmasına hakim olan ilkelerden biri de illilik, yani tescilin hukuki sebebe bağlılığı ilkesidir. Türk Medeni Kanununun 1025.maddesi uyarınca tescile dayanak hukuki sebep geçersiz ise tescil de geçersiz olur. Öte yandan resmî belgeler (resmî senet, mahkeme kararı ve diğerleri) Tapu Sicili Tüzüğünün 7.maddesinde sicilin ana unsurları arasında yer almıştır. Anılan yasal düzenlemeler uyarınca, tescile esas teşkil eden hukuki işlem; yasanın öngördüğü şekle uygun olarak yapılmamışsa, tescilin dayanağı olan belgeler sahte veya usulsüz olarak düzenlenmişse veya hiç düzenlenmeksizin tescil işlemi yapılmışsa, işlemin yolsuz tescil niteliğinde olacağı, malikin ya da Tapu Müdürlüğünün talebi ile her zaman düzeltilebileceği kuşkusuzdur.
Somut olaya gelince; dava konusu taşınmazların intikal ve satış işlemlerine dayanak herhangi bir başvuru, işlem belgesi, resmi akit ve dayanak belge bulunmadığı, dayanak olarak gösterilen işlemlerin ise başka taşınmazlara ilişkin olduğu saptandığına göre 18.02.1994 tarih ve 11, 11.04.1994 tarih ve 12 yevmiye numaralı işlemlerin dayanak gösterildiği tüm intikal ve satış işlemlerinin yolsuz tescil niteliğinde olduğu anlaşılmaktadır.
Hâl böyle olunca, öncelikle her iki işlemden etkilenen paydaşlarının veya mirasçılarının tümünün davada yer almasının sağlanması, bilirkişi incelemesi yaptırılarak her bir taşınmaz yönünden yolsuz tescile konu payları gösterir gerekçeli ve denetime elverişli rapor alınması, bir kısım taşınmazlar yönünden kamulaştırma ile Hazine adına tescil edilen paylar dışında kalan payların yolsuz tescile konu işlemlerden önceki malik yada mirasçıları adına tesciline karar verilmesi gerekirken, yanılgılı değerlendirme ve yasal olmayan gerekçelerle davanın reddine karar verilmesi doğru değildir.
... Dava aile konutu (TMK.m.194) nedeniyle tapu iptali ve tescil ve taşınmaz üzerine sonradan konulan ipoteğin kaldırılması davası niteliğindedir. Davacı iki ayrı işleme yönelik dava açtığından iki bağımsız talep vardır. Davacı ipotek bedeli üzerinden nispi peşin harcı yatırmış, ancak tapu iptali ve tescil talebi yönünden nispi peşin harcı yatırmamıştır. Bu nedenle, 8.7.2005 tarihinde yapılan satışın bedeli olan 30.000 TL. üzerinden hesaplanacak nispi peşin harcı tamamlaması için davacıya süre verilmesi (Harçlar Kanunu 30-32); tamamlandığı takdirde toplanan deliller değerlendirilip bir karar verilmesi gerekirken; harç tamamlanmadan tapu iptal ve tescil isteği yönünden işin esasına girilerek karar verilmiş olması usul ve yasaya aykırı olup bozmayı gerektirmiştir. ...
... 1-Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle kanuni gerektirici sebeplere ve özellikle asıl davanın kabul edildiğinin anlaşılmasına göre, tarafların aşağıdaki bentlerin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yersizdir.
2-Davacı tarafından açılan asıl ve birleşen dava, anlaşmalı boşanma davasında düzenlenen protokolden kaynaklanan tapu iptal ve tescil isteğine ilişkindir. Anlaşmalı boşanma davalarından kaynaklı tapu iptal ve tescile ilişkin davalar maktu harca tabidir. Ne var ki mahkemece nispi harç alınarak davalar görülmüştür. Açıklanan sebeple davacının asıl ve birleşen davasında nispi harç yatırması, asıl davadaki nispi harcın ve bakiye harcın davalıdan tahsiline karar verilmesi doğru olmayıp bozmayı gerektirmiştir
3-Yukarıda 2. bentte gösterilen sebeple kendisini vekille temsil ettiren davacı lehine karar tarihinde yürürlükte olan tarife gereğince maktu vekalet ücretine hükmedilmesi gerekirken davacı lehine nispi vekalet ücreti takdiri doğru olmayıp bozmayı gerektirmiştir.
4-Birleşen davanın reddine karar verildiği halde kendisini vekille temsil ettiren davalı lehine karar tarihinde yürürlükte olan tarife gereğince maktu vekalet ücretine ve davalı tarafından yapılan yargılama gideri var ise yargılama giderine hükmedilmemesi bozmayı gerektirmiştir.
Yargıtay 1. Hukuk Dairesi 2014/7368 E., 2015/7013 K.
Tapu iptal ve tescil davasında, davalının temyiz kudretine sahip olmayan kişiden taşınmaz satın aldığı iddia edilmiştir. 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 15. maddesi uyarınca, ayırtım gücü bulunmayan kişinin iradesi geçerli olmadığından, yaptığı işlemler geçersizdir. Bu durumda, tarafların gösterecekleri tüm delillerin toplanması ve ehliyetsiz olduğu iddia edilen kişiye ait tıbbi belgelerin incelenmesi gerekmektedir. Adli Tıp Kurumu'ndan rapor alınarak, ehliyetsizlik belirlenirse tapu iptaline karar verilmelidir.
Tapu iptal ve tescil davasının dayanağı davalının temyiz kudretine sahip olmayan kişiden taşinmaz satın aldığı iddiasıdır. 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 15. maddesinde de ifade edildiği üzere, ayırtım gücü bulunmayan kimsenin geçerli bir iradesinin bulunmaması nedeniyle, kanunda gösterilen ayrık durumlar saklı kalmak üzere, yapacağı işlemlere sonuç bağlanamayacağından, karşı tarafın iyiniyetli olması o işlemi geçerli kılmaz. Bu ilke 11.6.1941 tarih 4/21 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında da aynen benimsenmiştir.
Bu durumda, tarafların gösterecekleri, tüm delillerin toplanılması tanıklardan bu yönde açıklayıcı, doyurucu somut bilgiler alınması, varsa ehliyetsiz olduğu iddia edilen kişiye ait doktor raporları, hasta gözlem ( müşahede ) kağıtları, film grafilerinin eksiksiz getirtilmesi zorunludur. Bunun yanında, her ne kadar 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun ( HMK ) 282. maddesinde belirtildiği gibi bilirkişinin “oy ve görüşü” hakimi bağlamaz ise de, temyiz kudretinin yokluğu, yaş küçüklüğü, akıl hastalığı, akıl zayıflığı, sarhoşluk gibi salt biyolojik nedenlere değil, aynı zamanda bilinç, idrak, irade gibi psikolojik unsurlara da bağlı olduğundan, akıl hastalığı, akıl zayıflığı gibi biyolojik ve buna bağlı psikolojik nedenlerin belirlenmesi, çok zaman hakimlik mesleğinin dışında özel ve teknik bilgi gerektirmektedir.
Ehliyetsizliğin kamu düzeni ile ilgili olduğu gözetilerek ve önemine binaen öncelikle incelenmesi, tarafların bu yönde bildirecekleri tüm delillerin toplanması, varsa mirasbırakana ait sağlık kurulu raporları, hasta müşahade kağıtları, reçeteler vs. istenmesi, tüm dosyanın 2659 sayılı Yasanın 7 ve 16. maddeleri hükmü uyarınca Adli Tıp Kurumu 4. İhtisas Kuruluna gönderilmesi, akit tarihinde mirasbırakanın ehliyetli olup olmadığı yönünde rapor alınması, mirasbırakanın ehliyetli olduğunun saptanması halinde muris muvazaası hukuksal nedenine dayalı isteğin değerlendirilmesi, soruşturmanın eksiksiz tamamlanması, hasıl olacak sonuca göre karar verilmesi gerekirken anılan hususlar gözardı edilerek karar verilmesi hukuka aykırıdır.
Yargıtay 1. Hukuk Dairesi 2015/7308 E., 2015/9425 K.
Tapu sicilinden malikin kim olduğunun anlaşılamadığı durumlar, malik sütununun boş bırakılması, silinmesi, soyut veya hayali kişi adına yazılması gibi halleri kapsar. Tanınan bir kişi olan kayıt maliki H.A.'nın durumunda, TMK’nın 713/2 maddesindeki koşullar gerçekleşmemiştir. Bu nedenle, dava reddedilmelidir. Mahkeme hatalı değerlendirme sonucu davanın kabulüne karar vermiştir.
Kanunun açık hükmü dikkate alındığında, tapu sicilinden malikin kim olduğunun anlaşılamaması hali; taşınmaz malın sahibinin kim olduğunun bilinmesine yarayacak, kimliğini ortaya koyacak gerekli bilgi ve belgelerin tapu sicilinden ( kütüğünden ) çıkarılmasının imkansız olmasıdır. ( Yargıtay HGK’nın 10.4.1991 tarih 1991/8-51 Esas, 194 Karar ve 15.4.2011 tarih 2011/8-111 Esas, 2011/180 Karar sayılı ilamları ).
Genel olarak, gerekli dikkati gösteren herkesin kayıtlarda malikin kim olduğunu anlayamayacağı hallerde tapu sicilinde yazılı olan malikin bilinmediğinin kabulü gerekir. Ayrıca “… tapu kütüğünde malik sütununun boş bırakılması, silinmesi ve yeniden yazılmaması, soyut ve nam-ı mevhum adına ( mevcut olmayan hayali kişi ) yazılması, hiç yaşamamış ve kaydının herhangi bir yerde bulunmamış olması, malik adının müphem, yetersiz ve soyut gösterilmiş olması…” gibi durumlarda malikin kim olduğunun anlaşılamadığı kabul edilir. Başka bir anlatımla, tapu kütüğünden kim olduğu anlaşılamayan malik, tanınmayan, hatırlanmayan, adresi tespit edilemeyen, kendilerine tebligat yapılamayan, mirasçıları belirlenemeyen, uzun yıllar önce ölmüş ya da taşınmış bir kişi değildir. Tapu kaydı, tapulama tutanağındaki açıklamalara göre; kayıt maliki H. A. tanınan ve bilinen kişi olup, TMK’nın 713/2 maddesinde yazılı koşulların gerçekleştiğini kabule olanak bulunmamaktadır. Mahkemece, bu hususlar dikkate alınarak davanın reddine karar verilmesi gerekirken, hatalı değerlendirme sonucu yasal ve yerinde olmayan gerekçelerle kayıt malikinin hayali bir kişi olduğundan hareketle yazılı şekilde davanın kabulüne karar verilmesi doğru görülmemiştir.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 2013/8-1782 E., 2015/1090 K.
Dava, TMK’nın 713/1 ve 3402 sayılı Kanunun 14. maddesi uyarınca, tapu kaydının oluşmasından önceki zilyetlik nedenlerine dayanarak açılmış tapu iptali ve tescil davasıdır. Davacı, taşınmaz üzerindeki payı 1988 yılında satın almış ve bedelini ödemiştir. Mahkeme, davanın reddine karar vermiştir. Ancak, zilyetliğin devredilip devredilmediği ve davalının mülkiyetinden çıkıp çıkmadığı hususu incelenmelidir. Davanın kabulüne karar verilmesi gerekirken, reddine karar verilmesi doğru değildir.
Dava; TMK’nun 713/1, 3402 sayılı Kanunun 14 maddesi uyarınca tespit sonrası, tapu kaydının oluşmasından önceki satın alma ve eklemeli kazanmayı sağlayan zilyetlik nedenlerine, tapu iptali ve tescil isteğine ilişkindir. Mahkemece, yazılı gerekçelerle davanın reddine karar verilmiş ise de verilen karar dosya kapsamına uygun bulunmamaktadır. Davacı vekili, tespitten sonraki 10.08.1988 tarihli pay satışı senedine dayanmış, vekil edeninin yurt dışında Almanya’da çalıştığını, taşınmaz üzerindeki Kemal’e ait 1/2 payı bedelini ödemek suretiyle satın aldığını, Almanya’da olmaları nedeniyle taşınmazı kullanmasalar da yaz tatiline geldiklerinde sahiplik ettiklerini, davalının yakınları olması nedeniyle taşınmazın kullanmasına ses çıkarmadıklarını, davalının izinsiz olarak taşınmaz üzerine ev yaptığını ileri sürmüştür. Davacı tanıkları; davalının taşınmaz üzerindeki payını 1988 yılında bedelini alarak sattığını,davacının yurtdışında olup 15-20 gün Türkiye’de kaldıkları süre içerisinde sahiplik ettiklerini, taşınmazın davalı tarafından kullanıldığını ve üzerindeki yapıların davalıya ait olduğunu bildirmişlerdir.
Dosyadaki bilgi ve belgelere göre, taşınmaz üzerindeki 1/2 pay sahibi M. S. ile davalı kardeş olup, davacı ise diğer paydaş M. S.’ın eşidir. Başka bir ifade ile davacı davalının yengesidir. Diğer yönden; taşınmaz üzerindeki payın 1988 yılında davacıya satıldığı ve satış bedelinin ödendiği hususunda duraksama bulunmamaktadır. Taraflar arasındaki uyuşmazlık; satışın usulüne uygun olup olmadığı, zilyetliğinin devredilip devredilmediği ve davalı mülkiyetinden çıkıp çıkmadığı hususunda toplanmaktadır. Bozma ilamında da açıklandığı üzere, taşınmazın öncesi tapusuzdur. Davacı taşınmaz üzerindeki davalı payını 1988 yılında senetle satın almıştır. Taşınmazın öncesi tapusuz olduğuna göre, menkul hükmünde olup mülkiyet; satış, zilyetliğin devir ve teslimi ile alıcıya geçer. Somut olayda; davalı K. S. kendi payı ile birlikte diğer paydaş M. S. payını da kullanmaktadır. Davacı Almanya’da çalışmakta olup yılın belli bölümlerinde Türkiye’ye gelmektedir. Davacı taşınmaz üzerindeki payı satın almış ise de gerek satılan pay gerekse davacının eşi M. S. payı davalının kullanımındadır. Tarafların yakınlığı, davacının Türkiye’ye geldiği dönemlerde taşınmazı sahiplenmesi karşısında davalının zilyetliğinin fer’i ve davacı adına sürdürülen zilyetlik niteliğinde olduğu ve zilyetliğin malik sıfatıyla sürdürülmediğinin kabulü gerekir. Bu nitelikteki zilyetlik süresi ne olursa olsun, hukukça kazanma bakımından değer taşımaz. Tüm bu açıklamalara göre, taşınmaz üzerindeki davalıya ait payın mülkiyetinin davacıya geçtiğinin kabulü gerekmektedir. Mahkemece davanın kabulüne karar verilmesi gerekirken hatalı değerlendirme sonunda tapu iptal ve tescil davasının yazılı şekilde reddine karar verilmesi doğru görülmemiştir.
Yargıtay 1. Hukuk Dairesi 2013/21184 E., 2015/6683 K.
Mahkeme, Adli Tıp Kurumu'ndan alınan raporlarla murisin vekaletnamenin düzenlendiği tarihte fiil ehliyetine sahip olduğunu belirleyerek ehliyetsizlik nedeniyle tapu iptal ve tescil isteğini reddetmiştir. Ancak, dava vekalet görevinin kötüye kullanılması iddiasına da dayanmakta olup, bu yönde bir değerlendirme yapılmamıştır. Tarafların iddia ve savunmaları doğrultusunda delillerinin toplanması ve değerlendirilmesi gerekmektedir.
Mahkemece yapılan yargılama sonucunda İstanbul Adli Tıp Kurumundan alınan raporlar ile murisin vekaletnamenin düzenlendiği tarihte ve akit tarihinde fiil ehliyetine sahip olduğu belirlenerek ehliyetsizlik hukuksal nedenine dayalı tapu iptal ve tescil isteğinin reddine karar verilmiş olmasında bir isabetsizlik yoktur. Davacının bu yöne değinen temyiz itirazları yerinde değildir.
Ancak, dava dilekçesinin içeriği ve iddianın ileri sürülüş biçiminden davada vekalet görevinin kötüye kullanılması hukuksal nedenine de dayanıldığı anlaşılmaktadır.
Öte yandan; davacı her ne kadar 17.03.2010 tarihli dilekçesinde davanın ehliyetsizlik nedenine dayalı olduğunu belirtmiş ise de, vekalet görevinin kötüye kullanıldığı iddiasından da vazgeçmiş değildir.
Hemen belirtilmelidir ki; bir davada dayanılan maddi olaylar için birkaç hukuki sebebin bir arada gösterilmesinde ilke olarak usul ve yasaya aykırı bir yön bulunmamaktadır. Hukuki sebeplerden bir tanesinin diğer hukuki sebebin incelenmesine olanak verir niteliği bulunduğu sürece önem ve lüzum derecesine göre birden fazla hukuki sebep aynı davada inceleme ve araştırma konusu yapılabilir. Nitekim Yargıtay içtihatları bu yönde gelişmiş ve kararlılık kazanmıştır. (11.04.1990 günlü ve 1990/1-152 E, 1990/236 K.; 15.05.2013 günlü ve 2012/1- 1808 E, 2013/699 K. sayılı Yargıtay Hukuk Genel Kurulu Kararları)
Bilindiği üzere; Borçlar Kanunu’nun temsil ve vekalet akdini düzenleyen hükümlerine göre, vekalet sözleşmesi büyük ölçüde tarafların karşılıklı güvenine dayanır. Vekilin borçlarının çoğu bu güven unsurundan, onun vekil edenin yararına ve iradesine uygun davranış yükümlülüğünden doğar.
6098 sayılı Türk Borçlar Kanununda (TBK) sadakat ve özen borcu, vekilin vekil edene karşı en önde gelen borcu kabul edilmiş ve (818 sayılı Borçlar Kanununun 390.) maddesinde aynen; “Vekil, vekalet borcunu bizzat ifa etmekle yükümlüdür. Ancak vekile yetki verildiği veya durumun zorunlu ya da teamülün mümkün kıldığı hallerde vekil, işi başkasına yaptırabilir.
Vekil üstlendiği iş ve hizmetleri, vekalet verenin haklı menfaatlerini gözeterek, sadakat ve özenle yürütmekle yükümlüdür.
Vekilin özen borcundan doğan sorumluluğunun belirlenmesinde, benzer alanda iş ve hizmetleri üstlenen basiretli bir vekilin göstermesi gereken davranış esas alınır.” hükmüne yer verilmiştir. Bu itibarla vekil, vekil edenin yararına ve iradesine uygun hareket etme, onu zararlandırıcı davranışlardan kaçınma yükümlülüğü altındadır. Vekaletin kapsamı, sözleşmede açıkça gösterilmemişse, görülecek işin niteliğine göre belirlenir (TBK’nın 504/1). Sözleşmede vekaletin nasıl yerine getirileceği hakkında açık bir hüküm bulunmasa veya yapılan işlem dış temsil yetkisinin sınırları içerisinde kalsa dahi vekilin bu yükümlülüğü daima mevcuttur. Hatta malik tarafından vekilin bir taşınmazın satışında, dilediği bedelle dilediği kimseye satış yapabileceği şeklinde yetkili kılınması, satacağı kimseyi dahi belirtmesi, ona dürüstlük kuralını, sadakat ve özen borcunu göz ardı etmek suretiyle, makul sayılacak ölçüler dışına çıkarak satış yapma hakkını vermez. Vekil edenin yararı ile bağdaşmayacak bir eylem veya işlem yapan vekil değinilen maddenin son fıkrası uyarınca sorumlu olur. Bu sorumluluk daha hafif olan işçinin sorumluluğuna kıyasen belirlenirken, benzer alanda iş ve hizmetleri üslenen basiretli bir vekilin sorumluluğu esas alınarak daha da ağırlaştırılmıştır.
Öte yandan, vekil ile sözleşme yapan kişi 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) anlamında iyi niyetli ise yani vekilin vekalet görevini kötüye kullandığını bilmiyor veya kendisinden beklenen özeni göstermesine rağmen bilmesine olanak yoksa, vekil ile yaptığı sözleşme geçerlidir ve vekil edeni bağlar. Vekil vekalet görevini kötüye kullansa dahi bu husus vekil ile vekalet eden arasında bir iç sorun olarak kalır, vekil ile sözleşme yapan kişinin kazandığı haklara etkili olamaz.
Ne var ki, üçüncü kişi vekil ile çıkar ve işbirliği içerisinde ise veya kötü niyetli olup vekilin vekalet görevini kötüye kullandığını biliyor veya bilmesi gerekiyorsa vekil edenin sözleşme ile bağlı sayılmaması, TMK’nın 2. maddesinde yazılı dürüstlük kuralının doğal bir sonucu olarak kabul edilmelidir. Söz konusu yasa maddesi buyurucu nitelik taşıdığından hakim tarafından kendiliğinden (re’sen) göz önünde tutulması zorunludur. Aksine düşünce kötü niyeti teşvik etmek en azından ona göz yummak olur. Oysa bütün çağdaş hukuk sistemlerinde kötü niyet korunmamış daima mahkum edilmiştir. Nitekim uygulama ve bilimsel görüşler bu yönde gelişmiş ve kararlılık kazanmıştır.
Somut olaya gelince; mahkemece vekalet görevinin kötüye kullanıldığı iddiası bakımından bir değerlendirme yapılmadan sadece ehliyetsizlik iddiası yönünden karar verilmiştir.
Hal böyle olunca; vekalet görevinin kötüye kullanıldığı iddiası bakımından tarafların iddia ve savunması doğrultusunda delillerinin toplanması, yukarıda belirlenen ilkeler de gözetilmek suretiyle elde edilen olgu ve bulgular değerlendirilerek neticesine göre bir karar verilmesi gerekirken, yanılgılı değerlendirme ve eksik inceleme ile yazılı şekilde hüküm kurulması doğru değildir.
Yargıtay 1. Hukuk Dairesi 2019/1663 E., 2019/3078 K.
İnançlı işleme dayalı iddiaların yazılı delille kanıtlanması gerekmektedir. Yazılı delil bulunmuyorsa, dekontlar gibi belgeler delil başlangıcı sayılabilir ve tanık dinlenebilir. Davacıların sunduğu dekontların okunabilir asıllarının ibrazı sağlanmalı ve delil başlangıcı niteliğinde olup olmadığı değerlendirilmelidir. Dekontlar delil başlangıcı sayılırsa, tüm deliller birlikte değerlendirilerek çekişmeli taşınmazın inançlı işlem kapsamında davalıya devredildiği tespit edilmelidir.
İçtihadı Birleştirme kararının sonuç bölümünde ifade olunduğu üzere, inançlı işleme dayalı olup dinlenilirliği kabul edilen iddiaların ispatı, şekle bağlı olmayan yazılı delildir. İnanç sözleşmesi olarak adlandırılan bu belgenin sözleşmeye taraf olanların imzasını içermesi gereklidir. Bunun dışındaki bir kabul, hem İçtihadı Birleştirme kararının kapsamının genişletilmesi, hemde taşınmazların tapu dışı satışlarına olanak sağlamak anlamını taşıyacağından kendine özgü bu sözleşmelerle bağdaştırılamaz. 05.02.1947 tarihli 20/6 sayılı İnançları Birleştirme kararı uyarınca, inançlı işleme dayalı iddianın, şekle bağlı olmayan yazılı delille kanıtlanması gerekeceği kuşkusuzdur. Şayet, ispat külfeti kendisinde olan tarafın yazılı bir belgesi yok ise ancak taraflar arasında gerçekleştirilen mektup, banka dekontu, yazışmalar gibi birtakım belgeler var ise bunların yazılı delil başlangıcı sayılacağı ve iddianın her türlü delille kanıtlanmasının olanaklı hale geleceği sabittir. Şayet, yazılı delil başlangıcı sayılacak böylesi bir olgu da bulunmuyor ise iddia sahibinin son başvuracağı delilin karşı tarafa yemin teklif etme hakkı olduğu da şüphesizdir. Somut olaya gelince; dava konusu … ada … parsel sayılı taşınmazdaki 18 nolu bağımsız bölümün davacıların mirasbırkanı … tarafından 26.10.2005 satış suretiyle davalılardan …’a devredildiği, …’un da 11.07.2008 tarihinde diğer davalı …’ya satış yoluyla temlik ettiği, davalılardan …’nin 28.10.2005 tarihinde Türkiye İş Bankası Erdemli şubesinden konut kredisi kullandığı anlaşılmıştır. Konut kredisinin çekildiği bankadan gelen müzekkere cevabında anılan 35.000,00-TL kredinin davacıların mirasbırakanı …’a ödendiği, kredi ödemelerinin kim tarafından yapıldığının tespit edilemediği bildirilmiştir. Davacılar çekişme konusu taşınmazın temlikinin inançlı işleme dayalı olduğunu, taşınmazın devrinden sonra alınan banka kredisini mirasbırakanlarının ödediğini iddia ederek dava dilekçesi ile bir takım banka dekont fotokopilerini dosyaya ibraz etmiş, ne var ki ibraz edilen dekontların okunabilir asılları dosyada bulunamamıştır.
Hemen belirtmek gerekir ki; taraflar arasındaki ilişki ve çekişmenin çözüme kavuşturulması bakımından yukarıda değinilen İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca yazılı belge ile ispatı gerekmekte ve fakat böylesine bir belgenin bulunmadığı anlaşılmakta ise de; davacıların sunmuş olduğu dekontların bu ilişki ile bağlantılı olduğunun saptanması halinde delil başlangıcı teşkil edeceği ve çekişmenin giderilmesinde gözardı edilemeyeceği, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 202. maddesi hükmü gereğince delil başlangıcı sayılabilecek belgelerin bulunması halinde tanık dinletilmesinin mümkün olduğu açıktır. Aynı kanunun 227/1 maddesi; “Uyuşmazlık konusu vakıanın ispatı için yeminden başka delili olduğunu beyan etmiş olan taraf dahi yemin teklif edebilir.” şeklinde kat’i delil olan yemin teklifini düzenlemektedir. Davada taraflardan herhangi birisi istek ve savunmasının ispatı için takdiri veya kanuni(kesin) delillerden herhangi birisi ile birlikte hasmına yemin yöneltmiş olursa bu durumun ispatın yalnız yemine bırakıldığı, gösterilen diğer delillerden vazgeçildiği şeklinde yorumlanamaz. (Baki Kuru, Hukuk Muhakemeler Usulü, 6. Baskı, cilt 3, sh:2493) Bu durumda tarafın diğer delillerinden vazgeçmediği ve münhasıran yemin deliline dayanmadığı gözetilerek ilk önce diğer delilleri incelenir, diğer delillerle iddia veya savunma ispat edilemediği takdirde yemine başvurulur.
Hâl böyle olunca; öncelikle kredi ödemesine ilişkin dekontların okunabilir asıllarının ibrazının sağlanması, dekontların davacıların elinde bulunması hususu da gözetilerek delil başlangıcı niteliğinde olup olmadığının değerlendirilmesi, bu nitelikte sayılması durumunda dosyadaki tüm deliller birlikte değerlendirilerek çekişme konusu taşınmazın inançlı işlem kapsamında davalıya devredildiği kanaatine varılması halinde, kredi borcunun kim tarafından ödendiği üzerinde durulmak suretiyle, bu aşamada 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 97. maddesindeki düzenleme de gözetilerek sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken yanılgılı değerlendirme ile yazılı olduğu üzere karar verilmiş olması doğru değildir.
Yargıtay 20. Hukuk Dairesi 2015/4093 K.
Tapu iptal ve tescil davalarında, tapu sicilinin yanlış tutulması nedeniyle zarara uğrayan kişinin zararları tazmin edilmelidir. Gerçek zarar, tapu kaydının iptali nedeniyle malikin mal varlığında meydana gelen azalmadır. Tazminat miktarı, zarar verici eylem gerçekleşmemiş olsaydı mal varlığının ne durumda olacağına göre belirlenmelidir. Taşınmazın niteliği ve değeri zararın meydana geldiği tarihe göre belirlenmelidir.
4721 sayılı Türk Medenî Kanununun 1007. maddesi gereğince, tapu sicilinin yanlış tutulması nedeniyle zarara uğrayan kişinin bütün zararlarından devlet sorumludur. Tapu kaydının iptali nedeniyle, tapu sahibinin oluşan gerçek zararı neyse, tazminatın miktarı da o kadar olmalıdır. Gerçek zarar; tapu kaydının iptali nedeniyle, tapu malikinin mal varlığında meydana gelen azalmadır. Tazminat miktarı, zarar verici eylem gerçekleşmemiş olsaydı, zarar görenin mal varlığı ne durumda olacak idiyse, aynı durumun tesis edilebileceği miktarda olmalıdır (Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 05.03.2003 gün ve 2003/19-152 E. - 2003/125 K.; 29.09.2010 gün ve 2010/14-386 E. - 2010/427 K.; 15.12.2010 gün ve 2010/13-618 E. - 2010/668 K. sayılı kararı). Zarara uğrayan kişinin gerçek zararı ise, tazminat miktarının belirlenmesinde esas alınacak değerlendirme tarihine göre belirlenecek olup, bu tarih ise zararın meydana geldiği tarihtir. Zararın meydana geldiği tarihe göre, tapusu iptal edilen gayrimenkulün niteliği ve değeri belirlenmelidir. Taşınmazın niteliği arazi ise, net gelir metodu yöntemi ile, arsa vasfında ise değerlendirme gününden önceki özel amacı olmayan emsal satışlara göre hesaplanması suretiyle gerçek değer belirlenmelidir
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi 2016/4079 K.
Dava, tapu tahsis belgesine dayalı tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir. 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu'na göre, idari işlemler hakkında açılan davalar idari yargının yetkisine girer. Ancak, tapu iptal tescil talebi idari nitelikte bir dava olmadığından, bu tür uyuşmazlıklar adli yargıda çözümlenmelidir.
Dava, tapu tahsis belgesine dayalı tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir. 2577 Sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun “idari dava türleri ve idari yargı yetkisinin sınırı” başlıklı 2. maddesinde2577 Sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun “idari dava türleri ve idari yargı yetkisinin sınırı” başlıklı 2. maddesinde idari dava türleri ve idari yargı yetkisi açıkça düzenlenmiştir. Bu düzenlemeye göre idari işlemler hakkında yetki, şekil, sebep, konu ve maksat yönlerinden biri ile hukuka aykırı olduklarından dolayı açılan iptal davaları, idari eylem ve işlemlerden dolayı açılan tam yargı davaları ve idari sözleşmelerden dolayı taraflar arasında çıkan anlaşmazlıklara dair davalar olarak gösterilmiştir. Yargı yetkisinin ise idari eylem ve işlemlerin hukuka uygunluğunun denetimi ile sınırlı olduğu belirtilmiş yürütme görevinin kanunlarda gösterilen şekil ve esaslara uygun olarak yerine getirilmesini kısıtlayacak, idari eylem ve işlem niteliğinde veya idarenin takdir yetkisini kaldıracak biçimde karar vereceğine dair bir düzenleme de mevcut değildir. Somut olayda, davacının tapu iptal tescil talebi idari nitelikte bir dava olmadığından bu tür uyuşmazlıkların adli yargıda çözümlenmesi gerekir.
Av. Muhammet Ali BEYHAN